Ata Tohumları ve Kara Oklar

Ata tohum

“Yersin, içersin sofrasından, üç yüz senedir,

Kuvvetlisin ama kuvvet hak değil

Bakımsızlıklara göçüp gitmiş bir cihan,

Mevsimler soğumuş, sular azalmış

Buğday, Selçukîlerden kalan başak değil.”

diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca Kızılırmak Kıyıları başlıklı şiirinde Anadolu’yu bir sofraya benzeterek. 

Yüzlerce yıldan beri ülke insanlarını beslediğini ama sorunlarıyla ilgilenilmediğini; Anadolu’nun bunu hak etmediğini vurguluyor. Şairimiz, bu toprakların tarihini hatırlatarak geçmiş yıllara olan özlemini temel besin kaynağımız olan buğdayla ilişkilendirerek dile getiriyor. Gerçekten de Anadolu köylüsünün en temel besini olan buğday geleneksel bir öneme sahiptir. Ama artık durumlar değişmiştir; artık buğday Selçuklulardan kalan başak değildir. Çünkü; çiftçilerimiz artık bugün geçmişte kullandıkları ata tohumlarını kullanmamakta/kullanamamakta; onların yerine uluslararası şirketlerin üretip kendilerine sattığı hibrit tohumları kullanmaktadır. Oktay Akbal’ın 1946 yılında yayınlanan ilk öykü kitabının da ismi “Önce Ekmekler Bozuldu”dur. “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı.” diye başlayan hikayesinde 1940’lı yıllarda “ekmek karneleriyle” satılan ve de gramajı düşürülen ekmeğe gönderme yapıyor. Sosyo-kültürel ve ekonomik çöküşün ekmeğin bozulmasıyla başladığını anlatıyor. Hadi diyelim o yıllar ikinci dünya savaşı yıllarıydı; kıtlık vardı. Ama bugünlerde de beslenmemizin ana maddesini oluşturan tohumlar üzerinden bir tür savaş yaşıyoruz.

Bu durumun nedenlerine baktığımızda, 1940’li yıllar sonrasında hem endüstriyel tohumların piyasaya girişi hem de sentetik tarım ilaçları ve kimyasal gübre kullanımının artışıyla sadece buğday üretimiyle sınırlı kalmayan ve tüm besin maddelerini de içeren birçok tartışmanın gündeme geldiğini görürüz. Islah çalışmaları ile yüksek verim kapasitesine sahip her bitki türünden farklı çeşitler üretilmekte ama bu şekilde üretilen ürünlerin besin ve mineral değerleri azalmaktadır. Bundan daha endişe verici olansa sindirim sistemi sorunları, obezite, çölyak hastalığı ve diyabet gibi pek çok olumsuz etkiye sahip glüten sorununun gittikçe artıyor olmasıdır.

Endüstriyel tohumun verim artışı sağlayacağını düşünerek tarlasında kullanmaya başlayan çiftçiler diğer tarımsal girdi miktarları arttığı için istedikleri kazancı sağlayamamaktalar. Buğday alanlarımız azalırken ithalatı artmakta. Tek tipleşmiş tohumların biyolojik çeşitlilik üzerindeki olumsuz etkileri de göz ardı edilmekte. Oysa gıda üretiminde biyolojik çeşitlilik sağlanamadığında üründe olabilecek hastalıkların hızla yayılması gibi bir risk ortaya çıkıyor.  Özellikle temel gıda maddeleri arasında bulunan buğdayda böyle bir riskin alınması insanlık için felaket demek. Tek tip hibrit tohumların aksine susuzluk, hastalıklar ya da iklimsel değişiklikle karşı dirençli olan yerli tohumların kullanılması gerekliliği gün geçtikçe daha çok önemli hale geliyor.

Bundan 30-40 yıl önce yurtdışına gidenler geri döndüklerinde yurtdışındaki marketlerdeki “albeni ye beni”li renk renk meyve ve sebzelerin tatlarına baktıklarında hiç de Türkiye’de yedikleri meyve ve sebzelere benzemediğini tatsız tuzsuz şeyler olduklarını söylüyorlardı. Bugünlerde bizde de olduğu gibi, dilimler halinde satılan karpuzun da kıpkırmızı domatesin de tadının saman gibi olduğunu, çoğu meyvenin Türkiye’de olduğu gibi kokmadığını ve tatmadığını anlatıyorlardı. Şu anda bizim pazardan ya da manavdan aldığımız bazı meyve ve sebzeler de 30 yıl öncesinde yurtdışına gidip o meyve ve sebzeleri yiyenlerin bahsettiği meyve ve sebzelere benzemiyor mu? Acaba bizim ağız tadımız mı yoksa meyveler mi değişti? 

Orta yaş ve üstündeki bireyler olarak çoğumuz farkındayız ki eskiden meyveler ve sebzeler çok daha lezzetliydi. Yapılan araştırmalarda 60 yıl önce yayınlanan ve yetiştirilen ürünlerin ne kadar vitamin ve mineral içerdiğini gösteren bilgilerle bugün yediğimiz besinlerin besleyici değerleri arasında bugünün aleyhine çok fark olduğunu bulunmuş. Teksas Üniversitesinden Amerikalı bir bilim adamı olan Donald Davies 43 farklı ürün arasında 1950 ve 1999 yılları arasında yapılan çalışmalarda ürün verimliliği arttıkça elde edilen besleyicilik değerlerinin düştüğünü gördüklerini söylüyor. Bunun önemli bir sorun olduğu aşikar. Özellikle domates ve buğday konusunda bu durum çok daha belirgin.

Şu anda dünya üzerindeki hemen hemen tüm ülkelerdeki çiftçiler domates tohumlarını Sygenta, Basf ve Dao gibi satıcıların broşürlerden seçiyorlar çünkü bu büyük şirketler on binlerce yıldır kullandığımız besinlerin temeli olan tohumların kontrolünü ele geçirdiler: Bünyelerinde çalıştırdıkları araştırmacılar sayesinde meyve ve sebzelerin endüstriyel melezlerini yaratıyorlar. Ancak bunun insan sağlığı üzerindeki bir etkilerini göz ardı ediyorlar. Bu tohumlarda göz önüne aldıkları kriterler ne yazık ki üretilen ürünün sadece şekli, rengi ve verimliliği oluyor.

Günümüzde standartlaştırılmış tohumlar altınmış gibi satılmaktadır. Birkaç çokuluslu tarım şirketi bu işe hâkim oluyor ve milyarlarca euro kâr elde ediyor. Örneğin son zamanlarda geliştirilen biraz tadı olan uzun ömürlü sarı renkli çeri domates tohumlarının kilosunun 400.000 euro olduğunu biliyor muydunuz? Bizim şu anda ülkemizde yemekte olduğumuz melez domates tohumlarının kilosu ise 60.000 euro. Üstelik bu tohumların büyük bölümünü çalışma koşullarının sefalet düzeyinde olduğu Hindistan gibi çocuk ve kadın işçilerin sömürülme oranlarının çok yüksek olduğu ve çalışanlarına düşük ücret ödedikleri Hindistan gibi ülkelerde ürettiriyorlar. Mesela Deutsche Welle kanalının yaptığı bir araştırmada 14 yaş altı çalışma yasağı bulunan Hindistan’da bu yaş altında 12 milyon çocuğun çalıştırıldığı ve günlük olarak da erkeklere 4 euro verilirken kadınlar ve çocuklara 2.5 euro verildiği verisi var. Buna karşılık burada tohum üretimi yapan yerli firmalara uluslararası BASF ve LIMAGRA şirketleri kilo başına ortalama 102 euro öderken aynı tohumu kendileri 60.000 euroya diğer ülkelere satmaktadır.

Yetkililerin yılda 160 bin kilo domates tohumunun sadece Hindistan’dan ihraç edildiğini söylediklerini göz önüne alırsak pazarın ve elde edilen karın ne kadar büyük olduğunu görebiliriz. Tabii bu konunun sömürü düzeninin nasıl işlediğini gösteren farklı bir yönü. Bizi bu yazıda asıl ilgilendiren konu, üretilen bu tohumların besleyiciliği ve sağlığa uygun olup olmadıkları.

Günümüzde dünyadaki tüm tohum ihtiyacının %60’ı dört firma tarafından karşılanıyor: Bayer Monsantı, Del Dupott, Syngenta ve Limagrain. Biyolojik çeşitlilik ve besin değerlerinin bu şirketler için düşünülmesi gereken bir sorun olmadığını bizzat bu şirketlerin CEO’ları söylüyor. Bu şirketlerin uyguladıkları çoklu hibridizasyon (melezleme) yöntemiyle, bilim adamları sürekli olarak daha kırmızı, daha pürüzsüz ve daha sert meyveler üretiyorlar. Hibrit (melez) meyve ve sebzeler daha uzun bir raf ömrüne sahip oluyorlar ve süpermarket raflarında harika görünüyorlar (30 40 sene önce yurtdışında ve şimdilerde ülkemizde deneyimlediğimiz gibi); ancak, genellikle tat ve besin içeriği bakımından yetersizler.

Araştırmacılar son 50 yılda sebze ve meyvelerin C vitaminlerinin %27’sini ve demirlerinin neredeyse yarısını kaybettiğini söylüyorlar. Hibrit tohumlar verimi artırmaya ve kurumsal karı artırmaya yardımcı olur; ancak hakkını yemeyelim dünyada açlığın azalması sürecinde bu yöntemin çok faydası olmuştur. Ancak ne pahasına? Daha eski, besin açısından zengin ve dayanıklı meyve ve sebze çeşitleri gitgide yok olmakta ve biyolojik çeşitlilik azalmaktadır. Çiftçilerin hangi ekinleri yetiştirecekleri konusunda çok daha az seçenekleri olduğu gibi tüketici olarak bizler de zorunlu olarak meyve ve sebze satın alma konusunda daha az seçeneğe sahip olmaktayız.

Peki bu hibridizasyon denilen melezleme işlemi nasıl yapılıyor? Şu anda dünyada en çok gelir getiren domates bitkisini ele alalım. Yukarıda adlarını verdiğimiz uluslararası tohum ticareti yapan şirketler iki farklı özelliği olan domatesin tohumlarını birleştirerek üçüncü melez bir domates çeşidi elde ediyorlar. Örneğin, büyük ama pek kırmızı olmayan bir domates türüyle çok kırmızı ancak küçük domates türünün birleştirilmesiyle kıpkırmızı ve büyük yeni bir melez domates türü elde ediyorlar. Bu tür çalışmalar onlarca yıldır yapılmakta. Bunun en önemli sebebi eski geleneksel ata tohumlarıyla elde edilen domateslerin çok çabuk bozulması. Genetik mühendislik biliminin verilerinin kullanıldığı bu süreçte asıl amaç albenisi olan ve bozulmayan domates üretmek. Bu çalışmalar çoğunlukla İsrail’de yapılmaktadır.

Şu anda çoğumuzun yediği domatesler 1970’lerde İsrail’de yapılan mutasyonlar sonucu elde edilen çok uzun süreler bozulmadan kalabilen domateslerdir. Yetmişli yıllardan önce bir domatesin ömrü iki ile beş gün arasındaydı.  Yapılan deneylerde normal sıcaklıkta ata tohumlarıyla elde edilen ve gerçek domates tadı olan domatesler bir hafta sonra satılamaz hale gelirken, hibrit tohumlarla elde edilen tatsız domateslerin satılamaz hale gelmesinin bir ayı bulduğu görülmüştür. Bu durum büyük ölçekte satış yapan süpermarketlerin ve diğer satıcıların işine gelmektedir. (Tabii üreticilerin de.) Bu şekilde üretilen domateslerin çekirdekleri, bilinenin aksine, tohum olarak bir sonraki yıl da kullanılabiliyor ancak o yılki verimde ve kalitede olamadığından ya da melezleştirmeden önceki türlerden birinin baskın özelliklerine sahip ürünler elde edildiğinden, çiftçiler tarafından tercih edilmiyor, yerine bu şirketlerden her yıl yeni tohumlar satın alınıyor. 

Dünyanın en büyük tohum üreticilerinden olan Hazira ve Limagra şirketleri dünyanın değişik ülkelerine taleplere göre farklı türde hibrid domates tohumları satmaktadır. Örneğin bizim pazarlardan veya marketlerden satın alıp yemekte olduğumuz domates türü bu grubun ürettiği 120 farklı hibrid tohum arasında “Lamia” diye adlandırılan bıyığa benzeyen yemyeşil çanak yaprakları olan rengi çok güzel, dokusu sert ve uzun raf ömrü olan ama eskiden bildiğimiz domates tadı olmayan bir tür. Son yıllarda tadını artırma konusunda çalışmalar yapsalar da istedikleri sonucu alamadıklarını açıklayan yetkililer zeytinyağı ve tuz eklendiğinde tadının geldiğini söylüyorlar!

Yapılan testler sonucu melez tohumlarla elde edilen domateslerde, ata tohumlarla elde edilen domateslerden %63 oranında daha az kalsiyum, %29 daha az magnezyum, %72 daha az C vitamini %58 daha az likopen ve %56 daha az polifenol (uçucu yağ) olduğu ortaya çıkmıştır. Dünyanın en fazla melez tohum satan şirketlerinden Limagre’nin genel müdürü  sattıkları tohumlardan elde edilen ürünlerin besleyicilik değerleri ile ilgilenmediklerini, bunun üreticilerin sorunu olduğunu fütursuzca söyleyebilmektedir.

2008- 2014 yılları arasında BM “Right to Food” (Beslenme Hakkı) etkinliğinin raportörü olan Olivier de Schutter, 2009 yılında BM’ye sunduğu raporunda dünya bitki çeşitliliğimizin %75’ini bu şekilde üretim yapan güçlerin baskısıyla kaybedildiği söylüyordu. Aynı kişi şu anda da dünyanın açlıktan çok kötü beslenmeden zarar gördüğünü söylüyor. Bitki çeşitliliği sadece botanikçilerin ilgi alanı değil gördüğümüz gibi; sağlığımız ve geleceğimiz buna bağlı.

Bu tohum üretici firmalar aynı zamanda böcek öldürücü ilaçlarda (pestisit) da dünya pazarını ele geçirmiş durumdalar. Çiftçilere kendi öldürücülerini ve gübrelerini alırlarsa çok büyük karlar yapacaklarını anlatıp duruyorlar ve bu şekilde 4 milyon ton zehirli madde her yıl dünya üzerindeki tarlalara dolayısıyla bizim ve diğer canlıların bünyelerine zerk ediliyor. Özellikle bizim gibi gelişen ülkelerdeki çiftçiler yüzyıllardır kullandıkları ata tohumlarını bırakıp daha fazla verim ve kar getirdiğini görerek bu şirketler tarafından üretilen tohumları almaya başladıklarından tarım sürdürülebilir olmaktan çıktı.

Ancak buna karşı çıkan ve geleneksel tohumlarla tarım yapılmasına uğraşanlar da var.  Güney Fransa’da bulunan Kokopelli kar gütmeyen geleneksel bitki türlerini ve de unutulan sebze çeşitlerini korumayı amaçlayan bir girişim. Bünyelerinde 2400’den fazla tohum barındıran “Seeds Without Frontiers” (Sınır Gözetmeyen Tohumlar) adını verdikleri girişim yoluyla hazırladıkları tohum yardımlaşma paketlerini her yıl dünya üzerindeki çeşitli ülkelerde bu işle uğraşanlara gönderiyorlar. Bizim ülkemizde de yabancı şirketlere bağımlı kalmamak için ata tohumlarının ıslah edilip kullanılması için çalışmalar başladı. Diyarbakır Karacadağ ve İzmir Seferihisar gibi yörelerde atalık Karakılçık gibi ata tohumları kullanılıyor. 

Kara Oklar Ekolojik Hayat Çiftliği olarak hiçbir yabancı tohumu kullanmıyor ve tüm ürünlerinde ata tohumlarını tercih ediyoruz. Bu amaçla çiftlik bünyesinde bir tohum müzesi kurma çalışmalarına başlamış durumdayız. 

Öncelikle çocuklarımız ekolojik ve temiz gıda yesinler diye KARA OKLAR Çiftliğini kurduk; sonra çevre sakinlerinin çiftliğimizde üretmiş olduğumuz yumurta, meyve ve salçanın lezzetini görüp talepleri olunca adım adım büyümeye başladık. Çiftlik alanının yer aldığı toprakların gelecek nesillerden bize emanet olduğu bilinciyle hareket ediyoruz. Yerel bilgi ile teknik bilgiyi harman yapmak, çevre köylerden başlayarak ülke üreticileri ve çocuklara sağlıklı üretim eğitimleri vermek, unutulan paylaşımcı yaklaşım kültürümüzü tekrar canlandırmak, GDO’lu tohum değil; ata mirası organik tohum kullanmak ve bu tohumları üretip paylaşarak yok olmasına engel olmak ana gayemiz.

Atalarımızın bizlere canları pahasına bıraktıkları bu topraklara bir  borcumuz var: Ata tohumlarımızı kullanarak sağlıklı beslendiğimiz, ekmeklerimizin bozulmadığı bir gelecek inşa etmek…

  • Bu yazıdaki verilerde Deutsche Welle kanalının 29 Oca 2021 yayınladığı “How hybrid seeds have become big business” adlı konuyla ilgili yaptığı belgesel araştırma baz alınmıştır. 

Arşivler

Kategoriler